Pazar, Mart 28, 2010

Felaket Pornosu


Büyük bütçeli,  görkemli felaket filmlerine her kim bu yakıştırmada bulundu ise çok zekice bişey yapmış zira ekranda binalar devrilip insanlar ölür ve  kelimenin tam anlamıyla yer yerinden oynarken bunları ağzımız bi karış açık biçimde, büyük bir keyifle izlemenin içten içe hastalıklı bir tarafı yok değil. İçeriğinde bulunması kaçınılmaz olan gerilim unsurlarının yanına gelişen teknolojinin sunduğu imkanların da eklenmesiyle cazibesinden bişey yitirmeden varolmaya devam eden bu türün altın devri olarak 70'li yıllar görülüyor, özellikle "Airport"un büyük bi hasılat yapmasının ardından "The Poseidon Adventure", "Earthquake" ve "The Towering Inferno" gibi takipçilerin de aynı başarıyı gösterdikleri evre. Daha sonrasında büyük bütçeler harcanan ama gişede aynı ölçüde getiri sağlamayan örneklerin çoğalmasıyla 80'li yıllar itibariyle bu türe rağbet söndü. Ta ki bilgisayar teknolojisinin devasa sahneler yaratmaya imkan verecek derecede gelişme gösterdiği 90'lara kadar...Bu dönem bizim de yazımızın ana konusunu oluşturuyor.


Yazının ilerleyen bölümlerinde de farkedileceği üzere bu türün ve özel efekt ağırlıklı ana akım, popcorn filmlerin sabık yönetmeni Roland Emmerich'in elinden çıkma "Independence Day" bu evreyi tetikleyen film olarak gösterilebilir. Jeff Goldblum, Bill Pullman ve bu filmle kariyeri hala azalmamış olan bi ivme kazanan Will Smith'in başrollerini paylaştıkları yapım, görkemli sahneleri ve gerilimini yavaş yavaş ama başarılı bir şekilde inşa ederekten izleyicinin ilgisini bir an olsun dağıtmamak gibi hasletlere sahip olsa da sinema tarihinin gördüğü en vıcık vıcık Amerikan propaganda filmlerinden biridir. Başka hangi filmde 4 temmuz için "bugün sadece Amerika'nın değil dünyanın da kurtuluş günü olacak" gibi bi repliğe rastlayabilirsiniz ki? Emmerich'in kendisi de Alman bi insan, o da işin ayrı bi garip tarafı... Ertesi yıl iki ayrı yanardağ filmi birden yapıldı: "Dante's Peak" ve "Volcano". Bunlardan ilki bir yanardağ patlamasının etkilediği küçük bi kasabada geçerken, Mick Jackson'ın yönetip Tommy Lee Jones'un başrolünde yer aldığı ikinci örnekse bir deprem sonrası tüm Los Angeles şehrinin altında şekillenen bi volkanın öyküsünü anlatıyordu. Pierce Brosnan ve canımız ciğerimiz Sarah Connor'ımız Linda Hamilton'ın başrollerinde yer aldığı, Roger Donaldson filmi "Dante's Peak", rakibinden birkaç ay önce gösterime girip gişede zayıf bi açılış yapmasına karşın, global olarak daha iyi hasılat yapmakla kalmadı, bilimsel altyapısı itibariyle de muhatabından daha akla yatkın bulundu, ki sinemasal olarak da daha başarılı bi filmdir. Bi sonraki yıla gelindiğinde ise bu sefer iki ayrı asteroid filmi iki buçuk ay arayla gösterime girdi. Bunlardan ilki Mimi Leder'in yönettiği, Morgan Freeman, Elijah Wood, Tea Leoni, Robert Duvall, Vanessa Redgrave, Maximillian Schell ve Leelee Sobieski'den kurulu, eski ama baba oyunculardan müteşekkil bir kadronun yer aldığı "Deep Impact"ti. Dünyaya yaklaşmakta olan bir meteoru fon olarak kullanıp birkaç farklı karakterin hayatlarındaki duygusal çalkantıları Inarritu tarzı bir şekilde hikaye etmeyi beceren film, aslında hakettiği takdiri görmemiş bi yapımken, Bir Jerry Bruckheimer-Michael Bay mahsulü olan "Armegeddon" da tam tersine hakettiğinden fazla yerden yere vurulmuş bi filmdir. Bunun muhtemel sebebi filmin bi komedi olarak ele alınmayışından ötürü geliyor muhtemelen, zira oldukça komik ve eğlenceli dakikalar barındıran, bütünü itibariyle kendini fazla ciddiye alıyor olsa da yer yer kendiyle dalga geçmekten de geri durmayan bi yapımdı "Armageddon". Gezegene çarpma tehlikesi olan bi meteoru yok etmek için petrol sondajı yapan adamların uzaya yollandığı bi filmi ne kadar ciddiye alabilirsiniz ki zaten... Felaket filmlerine bir diğer kaydadeğer katkı 2004'te, yukarda da bahsi geçtiği üzere türün duayenlerinden olan Roland Emmerich'ten geldi gene. Küresel ısınma tehlikesini şahane görsel efektlerle ve bildik hikaye formülleriyle aktaran yönetmen, geçtiğimiz yıl içinde de mayaların 2012 tarihli kıyamet kehanetlerini en iyi bildiği şekilde hikaye etmekten kendini alamadı ve modernize edilmiş bir "Nuh'un Gemisi" meseline imza attı. Her iki film de Emmerich'in kariyerinin özeti olduğu üzere eleştirmenlerden çok yüz bulamadı ama çok iyi de gişe getirdi, ki hakkaten her ikisi de gayet sürükleyici, sıkılmadan izlenebilen filmler oldular ki gişe başarısının ardında yatan temel neden de buydu zaten.


Yukarda örneklediğimiz filmlerin çoğu, daha önce bu tür içinde sayısız kere kullanılmış olmasına rağmen hep belirli bir hikaye şablonunu benimsediler, sanki başka bi şekilde felaket filmi çekmek mümkün değilmiş gibi: öngörülü bi bilim adamı yaklaşan bi felaket olduğunu idrak eder, yetkili makamları uyarmaya yeltenir ama kendine kulak asan olmaz, zamanı gelip de felaketler başladığında bu kulakardı edenler ilk kurbanlar arasında yer alır ekseri...Ama bir film var ki kendine bu sürü içinde farklı bir yer açmayı becerdi. "Independence Day"den bi müddet önce gösterime girmiş, Spielberg'in yapımcılığını "Speed"in yönetmeni Jan de Bont'un yönetmenliğini üstlendiği "Twister". Bu film aynı zamanda sinemada izlediğim ilk film olması hasebiyle de ayrı bi yere sahiptir göynümde...


Anlatılanlara bakılırsa yapım aşaması çok sıkıntılı geçmiş olsa da neticede gayet iyi hasılat getirmiş,aynı zamanda nitelik olarak da türdeşlerinden öne çıkmayı başarmış bi filmdi "Twister". Amerika'da yaygın olarak görülen hortumların meydana gelmesinden önce insanların uyarılmasını sağlayacak bir mekanizma geliştiren bi grup araştırmacının bu aleti test etmek için nerde hortum varsa oraya sürüklenmelerini konu edinen film, bir çok felaket filminden farklı olarak afetten kaçan değil aksine üstüne üstüne giden insanların hikayesini anlatıyor, bu da filme haliyle farklı bi ritm katıyordu. Görüntü yönetmenliğinde hatırlı bi kariyer (Temel İçgüdü, Zor Ölüm, Flatliners) yaptıktan sonra "Speed"le yönetmenliğe bomba bi giriş yapan De Bont, ilk filminde fazlasıyla iyi kotardığı tempo duygusunu burda da filme enjekte etmeyi bilmiş, ILM imzalı başarılı görsel efektlerin ve konu edindiği afetin gerektirdiği üzere gri bir atmosferin de katkısıyla dört dörtlük bi yapıta imza atmıştı. Bugün olduğu gibi o dönem itibariyle de yıldız kategorisinden uzak Helen Hunt ve Bill Paxton gibi isimlerin başını çektikleri kastta o zamanlar daha yeni yeni piyasada görünmeye başlayan Philip Seymour Hoffman ve "Lost"un Faraday'i, "Saving Private Ryan"ın Upham'ı Jeremy Davies de bulunuyordu. Felaket filmlerine farklı bir yaklaşım getiren ve çektiği çıta itibariyle bugün hala aşılamamış olan "Twister" 90'ların da anmaya değer, önde gelen filmlerinden biridir bana göre.