"City of Life and Death" yada orjinal ismiyle "Nanjing! Nanjing!", geçtiğimiz yılın dikkat çeken filmlerinden biriydi. Özellikle San Sebastian Film Festivalinde aldığı ödülle adını daha etraflıca duyurdu. Yönetmen Lu Chuan'ın üçüncü filmi, Japonya-Çin savaşında esnasında Nanking'de gerçekleşen, Çinlilerin Srebrenica'sı olarak nitelendirilebilecek bir trajediyi konu ediniyor.
9 Aralık 1937'de o dönem Çin'in başkenti olan Nanking'in Japonlar tarafından ele geçirilmesinden itibaren geçen altı haftalık süreç tarihe "Nanking Katliamı" olarak geçti. Rakamlar hususunda tarihçiler arasında tam bir mutabakat olmasa da en az 150 ila 200 bin insan öldürüldü. Şehrin teslim olmasının hemen ardından Japon İmparatorluk Ordusu Çinli askerleri toplayıp Yangtze nehri kenarında makineli tüfekle kurşuna dizdi. 18 aralık sabahı elleri birbirine bağlanarak 4 gruba ayrılan yaklaşık 57 bin askerin üzerine ateş açıldı. Hiç bir yere kımıldayamayan askerlerin feryatlarının dinmesi ve canlı kalanların Japonlarca süngülenmesi saatler sürdü. Cesetlerin çoğu nehre atıldı. Yabancı gazetecilerin raporlarına göre şehrin kuzey kapısında yaklaşık iki metre yüksekliğinde ceset yığınları oluşmuştu. Katliamın boyutları yetişkinlerle sınırlı kalmadı, çocuklar ve bebekler de japon ordusunun gaddarlığından nasiplerini aldılar. Toplu mezarlara 12000'den fazla insan diri diri gömüldü. Japonlar öldürdükleri Çinlilerin cesetlerini ortadan kaldırmak için gene Çinlilerden oluşan birlikler oluşturdular. Bu altı haftalık süre zarfında Japon ordusu 20 bin ile 80 bin arasında kadına sistemli olarak tecavüz etti. Zamanında best-seller olmuş "Rape of Nanking" kitabının yazarı Iris Chang'e göre dünya tarihinin en büyük kitle tecavüzlerinden birisi burada yaşandı. Askerlerin kapı kapı dolaşıp evlerinden kaldırdıkları genç kadınlar, tutsak edilip toplu tecavüze uğradı. Büyük çoğunluğu daha sonra vajinalarına süngü, bambu, şişe gibi nesneler sokularak yada vücut uzuvları kesilerek öldürüldü, hamile olanların karınları süngülendi. Kadınlarını korumaya yeltenen kocaları yada kardeşleri anında infaz edildi. Japon ordusunun enseste zorladığı aileler de oldu, bazı erkekler annelerine, bazı babalar kızlarına tecavüz etmeye zorlandı.
Tarihi gerçekler üzerinden konuşulduğunda bile son derece trajik olan böyle bir hikayeyi filme almak kolay iş değil. Zira mevzuyu hakkıyla verebilmek için belli ölçüde rahatsız edici bir ton tutturmanız lazım, aynı zamanda bunun dozajını kaçırmamak için de gayret göstermeniz gerekiyor. Aksi takdirde olayın istismarı boyutuna kaçabilirsiniz, bu da hiç kimseyi olmasa bile bu trajedinin kurbanlarını ya da yakınlarını rencide edebilir. Bu sebepten olsa gerek, film yukarıdaki paragraftaki bahsi geçen vahşeti perdeye aktarırken biraz çekingen davranmış. Bunun filmin bi artısı mı yoksa eksisi mi olduğu izleyene göre değişir, ama ben daha sert ve vurucu bi yapım bekliyordum açıkçası.
Yönetmen Lu Chuan'ın ismini bu film vasıtasıyla işittim ama bu yönetmenden ziyade benim Çin sinemasına dair cahilliğimle alakalı olabilir, zira önceki iki filmi kendi çapında ses getirmiş yapımlarmış. Pekin Film Akademisi mezunu Chuan tezini Coppola üstüne yapmış, favori yönetmenleri olarak da Bergman, Jarmusch ve Pasolini'yi göstermiş. Bu yönetmenlerin sinemasına çok hakim olduğumu iddia edemesem de filmin anlatımındaki dinginliğin bu isimlerin yönetmen üzerindeki etkilerinden kaynaklandığı tahmininde bulunabiliriz heralde. Bu sakinlik bazı sahnelerin vuruculuğuna katkıda bulunuyor olsa da yer yer temponun aksamasına da sebebiyet vermiş. Bununla birlikte, Çin sinemasında wuxia filmleri vasıtasıyla başarılı örneklerine şahit olduğumuz görsel açıdan şaşaalı sahnelere bu filmde de rastlayabiliyoruz. Özellikle girizgah bölümü ve şehrin düşmesinden sonraki katliam sahneleri bu manada başarılı. İkinci Dünya Savaşına dair filmleri siyah-beyaz çekme tercihi artık biraz klişe bir durum haline gelmeye başladıysa da bunun filmin görselliğine katkıda bulunduğu yadsınamaz. Set tasarımı ve mevzu edilen olayların tarihsel vakıalara uygunluğu itibariyle filmdeki takdire şayan işçiliği de anmadan geçmemek lazım.
Japon askerlerden birini sempatik bir şekilde betimlediği için Çin'de eleştirilere maruz kalmış "City of Life and Death". Burda kastedilen Kadokawa karakteri, filmde yapılanları vicdanen sorguluyor görünen yegane Japon, orası doğru. Fakat ne derecede sempatik bi karakter olduğu tartışılır, zira pasifliği itibariyle sinir bozucu da görülebilir. Öne çıkan diğer Japon olan komutan figürü, filmin baş antagonisti kontenjanını doldursa da karaktere nihilist bi hava verilmiş olması Japonların ele alışı itibariyle bi kafa karışıklığı doğuruyor. Tüm Japon imparatorluk ordusunu ete susamış yaratıklar olarak göstermektense savaşta bulunma halinin insanları uç noktalara sürükleyeceğine dair alttan alta bir mesaj verilmeye çalışılmış olabilir lakin Nanking gibi bi mevzu sözkonusu olunca filmdeki taraflara daha yargılayıcı bir yaklaşım gözetilebilirdi bana göre. Bu her iki taraf için de geçerli zira Japon ordusunca Nanking'e girmeden çok evvel kentteki kadınlara yönelik planlar yapıldığına dair bilgiler olduğu gibi, Nanking'teki Çin ordusunun kuşatmadan önce sivil halk savaştan kaçmasın diye yolları köprüleri tahrip ettiği, şehrin düşmesi kaçınılmaz hale gelip orduya kaos hakim olunca askerlerin kamufle olmak için sivillerin üstünü başını parçaladıkları da bir vakıa. Kente giren Japon ordusunun yerli halkca sevinçle karşılanması da buna dalalet ediyor olsa gerek. Neticede "City of Life and Death"in kimseyi sütten çıkmış ak kaşık gibi gösterdiği yok ama daha net bir tutum takınılsa filmin vuruculuğuna daha bir katkı sağlanmış olurdu.
Bunları bi tarafa koyarsak görüntü işçiliği, müzikleri, oyunculuklarıyla (özellikle Liu Ye, Gao Yuanyuan ve Qin Lan) eli yüzü düzgün, eksiklerine rağmen görülmesi gereken bi film bu. Hiçbişey için olmasa bile insanlık tarihinin bu en utanç verici olaylarından biri hakkında fikir sahibi olmak için...