Devam filmlerinin (ve dizilerin 2.sezonlarının) en iyi tarafı -şayet çok büyük bir cliffhanger ile bitmedilerse- artık karakterleri tanımak için vakit harcamamıza gerek olmaması ve ilk seferde sebdiğimiz karakterlerse hikayelerinin nasıl devam ettiğini görmemize imkan vermesi. Hem hoş hem de nahoş özelliklere sahip bir ilk sezonu olan "The Alienist"in ana karakterlerinin hiç biri çok da akılda kalıcı izler bırakmamış olsalar da dizinin geçtiği dönem ve oluşturmayı başardığı atmosfer o kadar etkileyiciydi ki ikinci sezona bir şans vermek kaçınılmazdı. Sevinerek gördüm ki dizinin yapımcıları ilk seferde iyi becerdikleri şeylerin üzerine ekleme yapmayı başarırken esas karakterleri de seyirci için ilgi çekici hale getirmeyi başarmışlar. Kötü olanları bile..
"Angel of Darkness"da "alienist"imiz Laszlo Kreitzler'i kaldığı yerden devam ederken görüyoruz, onda pek değişiklik yok. Diğer taraftan John Moore çalıştığı gazetenin önemli yazarlarından biri haline gelmiş durumda ve ayrıyeten evlenmek üzere. Sara Howard ise bir dedektiflik ajansı kurmayı başarmış, bir kadın olarak New York'ta tek. Üçü de aralarındaki bağı koparmamış olsalar da birbiri ardına kundağından kaçırılıp bir tanesi ölü bulunan bebeklere dair gizem perdesi üçlüyü tam olarak bir araya getiren şey oluyor.
İlk sezon Kreitzler nasıl arkadaş sahibi olduğuna şaşırdığımız egoist bir egzantrik, John Moore da amiyane tabirle biraz sümsük bir karakterdi. Bu sezon her ikisi de olgunlaşmış;biri arkadaşı için bekarlığa veda partisi düzenleyip sarhoş olan, ortamı olduğunda karşı cinsle flört edebilen biri haline gelirken diğeri de her ne kadar geçmişi tam olarak geride bırakamasa da geleceğe dair daha bir kendinden emin adımlar atan bir hale bürünmüş. Gerek Brühl gerekse de Evans'ın karakterlerinin bu verisyonunu oynamaktan daha keyif aldıkları intibası edindim ben izlerken.
Fanning için aynı şeyi söylemek mümkün olmuyor ne yazık ki zira kendisi dizinin en zayıf unsurlarından birisi ve bir kasting hatası olduğunu bu sezon ortaya koyuyor. Çocukluğunda efsane işlere imza atmış olsa da yetişkin dönem filmlerinin çoğunda donuk bir performans sergileyen Fanning'in bu hususiyeti, "Please Stand By" ya da "Alienist"in ilk sezonu gibi hasta ya da problemli-sıkıntılı karakterleri oynarken çok göze batmıyor. Fakat "Angel of Darkness"taki Sara Howard döneminin cinsiyetçi kalıplarına karşı koyan, suçluların cirit attığı mekanlarda gezinmekten erinmeyen gözüpek ve güçlü bir karakter, en azından kağıt üstünde. Fakat Fanning'in karakteri yorumlaması ürkek kız çocuğu gibi kısık sesle konuşup neredeyse tüm bölümlerde aynı surat ifadesiyle ortada gezinmek olunca en ufak bir inandırıcılığı da olmuyor, hani bırakın çözsün diye adli vaka vermeyi, sekreterlik işi vermeyi bile iki kere düşündürtecek bir oyunculuğu var. Benzeri bir durum Moore ile olan gelgitli gönül ilişkisi için de geçerli. Yazarların iki karakter arasındaki çekimi ve ilişkilerinin seyrini gayet iyi tasarlamalarına rağmen aktris burada da ruhsuz bir oyunculuk sergilediği için Evans ile aralarında en ufak bir kimya yok, Moore gül gibi nişanlısını bırakıp ne diye bunla takılsın diye düşünmeden edemiyorsunuz
Neyse ki Fanning'in açtığı gediği hikayenin gerçek kötüsünü canlandıran Rosy McEwen fazlasıyla kapatmayı başarıyor. (Buradan sonrası full spoiler!!!). Bir hikayenin kötüsü ne kadar iyiyse hikaye de o kadar iyidir sözünün sağlamasını yaparcasına başarılı tasarlanmış bir karakter Libby Hatch. Kendi çocuğu elinden zorla alındığı için başkalarının çocuklarını zorla ellerinden alacak bir psikolojiye bürünen bu karakter sayesinde zaten kendiliğinden rahatsız edici ve vurucu olan çocuk kaçırma ve öldürme üzerine kurulu olay örgüsü daha da etkileyici hale geliyor. Kariyerine tiyatroda başlamış ve ilk kez bir dizide rol alan McEwen, zaten çok iyi yazılmış karakteri son derece iyi yorumlamış. Umarız bizim dışımızda farkedenler de olmuştur da önüne yeni kapılar açılır çünkü geleceği parlak bir yetenek kendisi.
Dizinin baş yazarı olarak bayrağı Hossein Amini'den devralan Frank Pugliese (House of Cards)'nin yanı sıra yaratıcı kadronun bir çoğunda değişim söz konusu. İlk sezonda 10 bölüm 5 ayrı yönetmene emanet edilmişken "Angel of Darkness"ın 8 bölümü 2 ayrı yönetmenin elinden çıkma. Bölüm sayısının az olması hikaye akışının sarkmasını önlemesi açısından önemliyken yönetmen sayısının azlığı da dizinin hayrına olmuş bence zira "Angel of Darkness" her şeyiyle öncülünden daha üstün bir dizi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi daha ilgi çekici bir olay örgüsü ve karakter gelişimine sahip (özellikle Ted Levine'in canlandırdığı Byrnes'ın dönüşümü), temposu daha yerinde ve daha iyi müzikleri var (Rupert Gregson Williams'ın yerini alan Bobby Krlic). Yamuk yanları yok değil; bazı yan hikayeler (Doğum Hastanesindeki bebeklerin akıbeti) ve bazı karakterler (yahudi kardeşler) havada kalıyorlar. Fakat gene de bu diziden alınan keyfi kaçıracak derecede göze batan hususlar değiller.
Gönül isterdi ki dizi tam kendini bulmuşken bir sezon daha hayatını sürdürsün ama Caleb Carr üçüncü kitabı henüz bitirmiş değil, önümüzdeki iki yıl içinde çıkması öngörülüyormuş. Kitap çıktığında hem yazarların hem de oyuncuların müsait olup olmayacakları bir hayli meçhul. Yazarlar kitaptan bağımsız özgün bir hikaye yaratma yoluna gidebilirler ama görünüşe bakılırsa buna pek istekli değiller, ki istekli olsalar da yapımcı kanal TNT ne kadar istekli olacak orası ayrı konu, zira ikinci sezonun reytingleri dizinin pahalı prodüksiyonunu kompanse edecek kadar iç açıcı değil okuduğuma göre. Yazarlar da bunun son rodeoları olabileceğinin farkındaymışcasına dizi finali gibi bir sezon finali yapmışlar. Tam tatlanmışken bitivermiş olsa da anlattığı dönemin ruhunu ve görselliğini büyük bir başarıyla ekrana taşıması vesilesiyle kaliteli bir prodüksiyon olarak akıllarda kalacak "The Alienist".