Pazartesi, Kasım 16, 2020

The Beguiled (2017) - Sofia Coppola


Amerikan iç savaşında kuzey için savaşan yaralı bir asker kendini güneyin göbeğinde bir kız okulunda bulur. Okulun müdiresinin gönlü askeri o haliyle güney ordusuna teslim etmeye el vermez ve tedavi etmeye karar verirler. Fakat karşı cinsten kimseyle çok muhatap olmayan okul efradından bazıları adama karşı ekstra ilgi göstermeye başlarlar. Aynı durumdan muzdarip olan asker de bu ilgiye karşılık vermekten geri kalmaz ama fazla açgözlü davrandığı için işler doğal olarak çığırından çıkar.
 
 
 
 
Farrell leverages his Irish heritage to add depth to the character’s smoldering darkness, playing McBurney as a recent immigrant who was immediately drafted up into the Union Army upon arrival, and thus holds no allegiance to his adopted country— only to himself. He still bears traces of his accent, which highlights how conflicting the process of assimilation has been for him even as it imbues him with a European exoticism in the eyes of the young women.  
Elle Fanning appears all grown up here as Alicia, one of the older students caught in self-serving thrall to her teenage hormones.  While Edwina’s attraction to McBurney is misguidedly romantic, hers is purely driven by sexual curiosity. Together, they stand as critical faults in the armor that Miss Martha labors to project 

Don Siegel'ın yönettiği bir Clint Eastwood filminin yeniden çevrimi bu yapım. Filmi izlemedim ama sinopsisini okuduğumda bu filmle nerdeyse birebir aynı bir olay örgüsüne sahip olduğunu gördüm. Yönetmen Coppola filmin farklılığının olayı kadınların gözünden anlatmasından geldiğini söylemiş. Öncülünü izlemeden bu konuda ne kadar başarılı olduğunu tespit etmek biraz güç olsa da birebir aynı adımları takip eden bir hikayede odak noktasını değiştirerek ne derece farklılık yaratılabilir onu da bilemiyorum. 

Aslında esas mevzu hikayenin ne kadar anlatmaya değer olduğunda yatıyor bence, en azından benim nezdimde sorun buydu. Dışardan bir karakter uyumlu bir grubun içine giriyor ve herkesin uykuda olan nefsi birden kabarıp herkesi sorgulanacak kararlar almaya sürüklüyor. Hikayenin özü bu; fazla basit ve çok özgün bir temel sayılmaz. Zaten karakterlerin hiç birisi de insanda bir özdeşleşme hissi uyandıramıyor, dolayısıyla başlarına gelenleri de çok da önemsemiyorsunuz. Esasında filmin vermeye çalıştığı "kadınları kızdırma yanarsın" tarzı mesaj daha cüretkar ve olayı daha uçlara sürüklemeye yerinmeyecek bir B-filmi için daha uygun ama Coppola kendisini haddinden fazla ciddiye aldığı için o yola sapamıyor. Elindeki içeriğin ucuzluğunu benimseyip biraz sınırlarını zorlasa daha akılda kalıcı bir işe imza atabilirmiş  halbuki ama o Cannes'da ödül peşinde koşmayı tercih etmiş. Bir bakıma isabetli bir tercih yaptığı söylenebilir, festivalden ödülle dönmüştü çünkü. Öte yandan izleyici nezdinde filmden geriye kalan Nicole Kidman, Colin Farrell, Elle Fanning, Kirsten Dunst ve Angourice Rice'ın başını çektiği sağlam oyuncu kadrosunun performansları ve Philippe Le Sourd'un ("The Grandmaster", "A Good Year") güzel kareleri dışında bir şey olmuyor. Neticede uzun vadede önemli olan hangi festivalden ne ödül aldığınız değil izleyicilerin hafızasında filminizin ne kadar yer ettiği.