Salı, Kasım 17, 2020

Throwback 20: The Cell - Tarsem Singh


Tarsem Singh, çoğunlukla "Losing My Religion" videosunun yönetmeni olarak hatırlanıyor hala. İlk uzun metrajını 2000 yılında yapmış olmasına rağmen akabindeki 20 yıl içerisinde sadece 5 filme imza atmış olmasının bunda etkisi büyük. Tamamiyle kendi başına finanse ettiği ikinci filmi "The Fall"un çekimlerinin 20 ayrı ülkede gerçekleştirilip 4 yıla yayılmış olmasının da görece az sayıda film yapmış olmasındaki etkisi aynı şekilde yadsınamaz boyutta. Gerçi röportajlarında stüdyo filmlerini çok kısa aralıklarla tamamlayabileceğini, "The Fall"un bir nevi en tutku dolu projesi olması hasebiyle bu kadar zamanını aldığını belirtiyor kendisi. Tarsem'in bu satırlarda ismini anma sebebimiz kendi çapında bir külte dönüşen ve birçoklarınca 2008'in en iyi filmi kabul edilen "The Fall" değil, yönetmeni sinema dünyasına tanıtan ve yeterince hakkı teslim edilmemiş "The Cell".


Kaçırdığı genç kadınları kendine özgü bir ritüelle önce işkenceye maruz bırakıp sonra öldüren Carl Rudolph Stargher, aynı zamanda nadir görülen bir şizofreniden muzdarip. Son kurbanını tutsak etmesinin akabinde bu hastlalığın bir tezahürü olarak kriz geçirip komaya girmesi ve FBI'ın evine baskın düzenlemesi eşzamanlı olarak gerçekleşiyor. Kaçırılan kızları büyükçe bir akvaryuma hapseden Stargher, bu akvaryumu periyodik olarak suyla doldurup kurbalarının boğularak ölmesine sebep oluyor ve bu süreç 36 saat sürüyor. Bu süre içerisinde kıza ulaşmak zorunda olan FBI ise çaresiz,zira kaçırılan kızın yerini bilen tek adam şu an komada. Ajanların imdadına ise deneme aşamasında yeni bir teknoloji yetişiyor ve katilin bilinçaltına girerek kızın yerini öğrenmeye çalışıyorlar.


Bir seri katil filmi olarak tasarlanan "The Cell"in senaryosu, Tarsem'in ifadesiyle ona gönderildiğinde birkaç sayfadan ibaretmiş. Hikayenin polisiye kısmıyla çok ilgilenmeyen yönetmen, senaryoda çok kabaca tasvir edilen bilinçaltı bölümleri kendi fikirleriyle donatabileceği boş bir alan olarak görmüş ve bu bölümleri istediği gibi tasarlama hususunda stüdyoyu ikna etmeyi başarmış. Gene yönetmenin ifadesiyle, ortaya çıkan ürün stüdyo yöneticilerince kar etmesi güç bir film olarak hemen yaftalanmış, öyle ki test gösterimlerine filmin müziksiz ham kurgulu halini yollamışlar. Festivallere götürülmeden önce 4 gün içinde kurgusu tam anlamıyla biten "The Cell" neyse ki Roger Ebert gibi Amerika'nın önde gelen bazı eleştirmenlerinin olumlu görüş belirtmeleriyle hasıraltı edilmekten kurtulmuş. Ebert daha sonra "The Cell"i 2000 yılının en iyi 10 filmi listesine aldı, film de 33 milyon dolarlık bütçesine karşın 100 milyonun üzerinde hasılat yaparak stüdyonun o yılki en karlı işlerinden biri oldu.

 
Tarsem, daha yaptığı müzik videolarından görselliğe ne derece önem verdiği belli olan bir yönetmendi. Bu durumu uzun metraj çalışmalarında da devam ettirmesi kimilerince hikaye ve senaryoyu fazla boşlayıp filmlerini fazlasıyla görselliğe yasladığı yönünde eleştirilere neden oluyor ki tümüyle haksız bir eleştiri de değil. Fakat "The Cell" bu noktada ayrıksı bir örnek zira bu filmde senaryo her ne kadar Tarsem'in alametifarikası göz alıcı imgelere imza atmasına imkan vermekle birlikte tümüyle safdışı da kalmıyor. Bir nevi şekille içerik arasında uyumlu bir işbirliği söz konusu, el birliği içinde filmin tesir gücüne katkı yapıyorlar. Stargher'ın beyninin kıvrımlarındaki yolculuğu heyecanla takip etsek de gerçek dünyadaki kayıp kızı bulma çabasının bu yolculuğun esas sebebi olduğunu asla unutturmuyor film,onun maruz kaldığı işkenceyi de ara ara gözlemleme imkanı bulduğumuz için bu karakteri ve bu karakterin kurtarılması yönünde uğraş verenleri önemsiyor ve onlarla özdeşleşebiliyoruz. Benzeri bir zalim-mağdur ilişkisini katilin bilinçaltına da taşıyan film, Stargher'ın çocukluğu suretinde cisme bürünmüş içindeki insanlığa dair son kırıntı ile geri kalanına hakim olan kötücül tarafı arasındaki çatışmaya da yer veriyor. 
 
 
Yönetmen röportajlarında filmdeki seri katil odaklı polisiye boyutun stüdyo kaynaklı olduğunu ve onun ilgisini çekmediğini belirtiyor. Filmin görsel gücünü teslim eden bazı eleştirmenler de polisiye tarafların başarısız olduğu görüşünde birleşmiş. Halbuki "The Cell" seri katil türüne yeni bir soluk getiren, klişe şablonundan çıkarıp farklı bir kulvara taşımayı başarmış bir yapıt. Fakat gene de filmi bugün sinemaseverlerin zihninde hatırlanabilir kılan muhteşem görselliği. Stargher'ın bilincinde geçen sahneleri tasarlarken modern sanatın birçok simge isminden ilham almış, hatta yer yer kopya çekmiş Tarsem. H.R.Giger (Alien'ı tasarlayan adam olarak da bilinir), Damien Hirst, Odd Nerdrum ve Quay Kardeşler bu isimlerden bazıları. Yönetmen, sadist bir psikopatın zihninde çıkılan bir yolculuğun olabildiğince ürkütücü olması gerektiğine kanaat getirmiş olacak ki, bu bölümler değme korku filmlerine taş çıkartacak bir atmosfer barındırıyor. Fakat yönetmen şık sinematografisini rüya sahneleri ile sınırlamayıp, gerçek dünyada geçen sahnelerde de stilize bir kurgu anlayışı ile filmi bütününü çekici kılmayı başarıyor.


"The Cell", ilginç kastıyla da dikkat çeken bir film. Oyunculuk kariyerinin ilk yılları "U-Turn", "Out of Sight" gibi isabetli tercihlerle dolu olsa da devamını getirememiş Jennifer Lopez'in başrolünde yer aldığı son iyi film büyük ihtimalle. Üstelik, tüm o medyatik seks sembolü imajını üzerinden sıyırıp inandırıcı bir oyunculuk sergilediği de söylenebilir, en azından buna gayret etmiş ki 2000'lerin başında tüm erkeklerini hayalini süsleyen aktrislerin başında geldiği göz önüne alınırsa bu bile bir başarı. Vince Vaughn'un kariyeri için de farklı bir nokta teşkil ediyor "The Cell" zira ara ara böyle ciddi filmlerde ciddi rolleri canlandırsa da çoğunlukla komedi filmlerindeki performanslarıyla tanınan bir aktör. Hakeza o da çok başarılı, rolünün hakkını veren bir performans sergilemiş. Filmin asıl yıldızı ise Vincent D'Onofrio. "Full Metal Jacket"daki "er şaban" karakteriyle sinema tarihine kazınan aktör, Stargher'ın bilincindeki farklı tezahürlerini başarıyla canlandırıyor ve yer aldığı her sahneye damgasını vurmayı başarıyor. Oyuncu kadrosunun yanısıra Howard Shore'un müziklerine de değinmeden geçmemek lazım. "Seven"daki çalışmasını yer yer andırsa da filmin etkileyiciliğine eşsiz katkı sağlayan Shore'un besteleri, Mychael Danna'nın "8MM"deki müzikleri gibi ileri derecede doğu esintili ve bir Hollywood filmi için biraz radikal kaçıyor ama aynı zamanda özgün bir hava da katıyor.


"The Cell", benim gözlemlediğim kadarıyla Türkiye'deki sinemaseverlerin çoğunun takdirini kazanmış, bilinen bir film olsa da ABD sularında aynı ölçüde hayırla yadedildiğini söylemek güç. Bu da böylesi ufak çaplı bir başyapıt için hayli üzüntü verici. Umarız zamanla Tarsem hakettiği noktaya gelir de şu ana kadarki en iyi filmi olan bu yapıt da hakkı teslim edilmek üzere daha dikkatlice ele alınabilir.