Tarsem
Singh, çoğunlukla "Losing My Religion" videosunun yönetmeni olarak
hatırlanıyor hala. İlk uzun metrajını 2000 yılında yapmış olmasına
rağmen akabindeki 20 yıl içerisinde sadece 5 filme imza atmış olmasının
bunda etkisi büyük. Tamamiyle kendi başına finanse ettiği ikinci filmi
"The Fall"un çekimlerinin 20 ayrı ülkede gerçekleştirilip 4 yıla
yayılmış olmasının da görece az sayıda film yapmış olmasındaki etkisi
aynı şekilde yadsınamaz boyutta. Gerçi röportajlarında stüdyo filmlerini
çok kısa aralıklarla tamamlayabileceğini, "The Fall"un bir
nevi en tutku dolu projesi olması hasebiyle bu kadar zamanını aldığını
belirtiyor kendisi. Tarsem'in bu satırlarda ismini anma sebebimiz kendi
çapında bir külte dönüşen ve birçoklarınca 2008'in en iyi filmi kabul
edilen "The Fall" değil, yönetmeni sinema dünyasına tanıtan ve yeterince
hakkı teslim edilmemiş "The Cell".
Kaçırdığı genç kadınları kendine özgü bir ritüelle önce işkenceye maruz
bırakıp sonra öldüren Carl Rudolph Stargher, aynı zamanda nadir görülen
bir şizofreniden muzdarip. Son kurbanını tutsak etmesinin akabinde bu
hastlalığın bir tezahürü olarak kriz geçirip komaya girmesi ve FBI'ın
evine baskın düzenlemesi eşzamanlı olarak gerçekleşiyor. Kaçırılan
kızları büyükçe bir akvaryuma hapseden Stargher, bu akvaryumu periyodik
olarak suyla doldurup kurbalarının boğularak ölmesine sebep oluyor ve bu
süreç 36 saat sürüyor. Bu süre içerisinde kıza ulaşmak zorunda olan FBI
ise çaresiz,zira kaçırılan kızın yerini bilen tek adam şu an komada.
Ajanların imdadına ise deneme aşamasında yeni bir teknoloji yetişiyor ve
katilin bilinçaltına girerek kızın yerini öğrenmeye çalışıyorlar.
Bir seri katil filmi olarak tasarlanan "The Cell"in senaryosu, Tarsem'in
ifadesiyle ona gönderildiğinde birkaç sayfadan ibaretmiş. Hikayenin
polisiye kısmıyla çok ilgilenmeyen yönetmen, senaryoda çok kabaca tasvir
edilen bilinçaltı bölümleri kendi fikirleriyle donatabileceği boş bir
alan olarak görmüş ve bu bölümleri istediği gibi tasarlama hususunda
stüdyoyu ikna etmeyi başarmış. Gene yönetmenin ifadesiyle, ortaya çıkan
ürün stüdyo yöneticilerince kar etmesi güç bir film olarak hemen
yaftalanmış, öyle ki test gösterimlerine filmin müziksiz ham kurgulu
halini yollamışlar. Festivallere götürülmeden önce 4 gün içinde kurgusu
tam anlamıyla biten "The Cell" neyse ki Roger Ebert gibi Amerika'nın önde
gelen bazı eleştirmenlerinin olumlu görüş belirtmeleriyle hasıraltı
edilmekten kurtulmuş. Ebert daha sonra "The Cell"i 2000 yılının en iyi 10
filmi listesine aldı, film de 33 milyon dolarlık bütçesine karşın 100
milyonun üzerinde hasılat yaparak stüdyonun o yılki en karlı işlerinden
biri oldu.
Tarsem,
daha yaptığı müzik videolarından görselliğe ne derece önem verdiği
belli olan bir yönetmendi. Bu durumu uzun metraj çalışmalarında da devam
ettirmesi kimilerince hikaye ve senaryoyu fazla boşlayıp filmlerini
fazlasıyla görselliğe yasladığı yönünde eleştirilere neden oluyor ki
tümüyle haksız bir eleştiri de değil. Fakat "The Cell" bu noktada ayrıksı bir örnek zira bu filmde
senaryo her ne kadar Tarsem'in alametifarikası göz alıcı imgelere imza
atmasına imkan vermekle birlikte tümüyle safdışı da kalmıyor. Bir nevi
şekille içerik arasında uyumlu bir işbirliği söz konusu, el birliği
içinde filmin tesir gücüne katkı yapıyorlar. Stargher'ın beyninin
kıvrımlarındaki yolculuğu heyecanla takip etsek de gerçek dünyadaki
kayıp kızı bulma çabasının bu yolculuğun esas sebebi olduğunu asla
unutturmuyor film,onun maruz kaldığı işkenceyi de ara ara gözlemleme
imkanı bulduğumuz için bu karakteri ve bu karakterin kurtarılması
yönünde uğraş verenleri önemsiyor ve onlarla özdeşleşebiliyoruz. Benzeri
bir zalim-mağdur ilişkisini katilin bilinçaltına da taşıyan film,
Stargher'ın çocukluğu suretinde cisme bürünmüş içindeki insanlığa dair
son kırıntı ile geri kalanına hakim olan kötücül tarafı arasındaki
çatışmaya da yer veriyor.
Yönetmen
röportajlarında filmdeki seri katil odaklı polisiye boyutun stüdyo
kaynaklı olduğunu ve onun ilgisini çekmediğini belirtiyor. Filmin görsel
gücünü teslim eden bazı eleştirmenler de polisiye tarafların başarısız
olduğu görüşünde birleşmiş. Halbuki "The Cell" seri katil türüne yeni bir
soluk getiren, klişe şablonundan çıkarıp farklı bir kulvara taşımayı
başarmış bir yapıt. Fakat gene de filmi bugün sinemaseverlerin zihninde
hatırlanabilir kılan muhteşem görselliği. Stargher'ın bilincinde geçen
sahneleri tasarlarken modern sanatın birçok simge isminden ilham almış,
hatta yer yer kopya çekmiş Tarsem. H.R.Giger (Alien'ı tasarlayan adam
olarak da bilinir), Damien Hirst, Odd Nerdrum ve Quay Kardeşler bu
isimlerden bazıları. Yönetmen, sadist bir psikopatın zihninde çıkılan
bir yolculuğun olabildiğince ürkütücü olması gerektiğine kanaat getirmiş
olacak ki, bu bölümler değme korku filmlerine taş çıkartacak bir
atmosfer barındırıyor. Fakat yönetmen şık sinematografisini rüya
sahneleri ile sınırlamayıp, gerçek dünyada geçen sahnelerde de stilize
bir kurgu anlayışı ile filmi bütününü çekici kılmayı başarıyor.
"The Cell", benim gözlemlediğim kadarıyla Türkiye'deki sinemaseverlerin
çoğunun takdirini kazanmış, bilinen bir film olsa da ABD sularında aynı
ölçüde hayırla yadedildiğini söylemek güç. Bu da böylesi ufak çaplı bir
başyapıt için hayli üzüntü verici. Umarız zamanla Tarsem hakettiği
noktaya gelir de şu ana kadarki en iyi filmi olan bu yapıt da hakkı
teslim edilmek üzere daha dikkatlice ele alınabilir.