Bu Amerikan davalarının bir tanesine
denk gelip filmlerdeki versiyonları ile ne kadar farklılar gözlemlemek
isterdim. Artık mahkeme filmi olarak anılan bu janrın mensupları
teatrallikleriyle nam salmış yapımlar çünkü, ne derece gerçek hayattan
esinleniyorlar insan merak ediyor. Türün klasiklerinden biri olan "A Few
Good Men"in senaristi Aaron Sorkin'in filmi ilk sahnelerinde bu
özelliği kırma çabası gösteriyor aslında. Filmdeki yargıç (Farnk
Langella), savcının (Joseph Gordon Levitt) jüriye açılış konuşmasını o
kadar saçma şeylerle bölüyor ki bu film daha realist gibi duruyor diye
düşünüyorsunuz. Mahkemede harcadığımız geri kalan sürede aynı tutumun
sürüp sürmediği ayrı konu tabii.
Film
1968 yılında Demokrat Parti kongresi esnasında yaşanan isyan
olaylarının gölgesinde başlıyor. J.F.Kennedy, kardeşi R.F.Kennedy,
M.L.King, Malcolm X, hepsi suikast sonucu hayatlarını kaybetmişler. Vietnam savaşı 4 yıldır ufukta hiçbir zafer belirtisi olmaksızın devam
etmekte. 60'ların gençleri dönemin ruhuna uygun olarak farklı bir dünya
talep ediyorlar, sistemle sürtüşme halindeler. Yeni başkan Nixon birkaç
yıl sonra yasadışı dinleme faaliyetleri yürüttüğünün ifşa olduğu
Watergate olaylarından sonra görevini bırakmak zorunda kalacak. Sonrası
Vietnam'dan çekiliş, ekonomik gerileme yılları.. ABD tarihine
aşinaysanız 70'lerin ülke için çok parlak olmadığını bilirsiniz. Bu
fetretin başlangıcının 1968 olduğunu söylemek çok da saçma olmaz.
Ülkedeki gidişattan memnun olmayan gruplar protesto için bir araya
geliyorlar, bir noktada olaylar çığrından çıkıp kalkışmaya dönüşüyor.
Tüm olayların temel sorumlusu olarak 7 kişinin yargılanmasına karar
veriliyor.
Eski başkan Lyndon
Johnson döneminde haklarında soruşturma açılmamasına karar verilen
Chicago 7'lisi, yeni başkan Nixon dönemine geçilince ibret olması
umuduyla mahkeme önüne çıkarılıyor. Sorkin film için çalışmaya
2000'lerin sonunda başlamış, sarka sarka bu zamanı bulmuş ama şurası
aşikar ki Sorkin'in esas derdi filmin anlattığı dönemle ABD'nin
günümüzdeki politik vaziyeti arasındaki paralelliklerin altını çizmek.
Ülkedeki liberallerin Trump yönetiminden ne denli hoşnutsuz oldukları
bilinmeyen bir şey değil. Büyük çoğunluğu bu cenaha dahil olan Hollywood
eşrafı da fırsatını buldukça Trump'a giydirmeye devam ediyorlar, bu
film de bunun en son örneklerinden biri. Bu tarz filmlerin temel
sıkıntısı bir yandan gayet vurucu ve iz bırakan anlar yaratırken aynı
zamanda çok yapay bir tarihselliğe sahip olmaları. Irkçı ve önyargılı
bir sisteme karşı ezilenlerden yana durmaya çalışan gençlerin filmde
anlatılan hikayesi elbette etkileyici duruyor fakat davanın gerçek
tarihçesine baktığınızda finaldeki Vietnam gazileri sahnesi, sanıklardan
birinin tecavüze uğramakta olan birini kurtarırken tutuklanması gibi
birçok sahnenin Sorkin'in beyninden çıkma olduğunu öğrenmek filmin
seyirci üzerindeki tesirini ister istemez baltalıyor. Üstelik zamanında
sisteme cesurca karşı koyan bu gençlerden bazılarının yaş kemale erdikçe
Apple'dan hisse alarak zengin olmak gibi kapitalist sisteme tümüyle
entegre olduklarını ya da tam tersine sisteme hiç bir şekilde uyum
sağlayamayıp yıllar geçtikçe savundukları şeylerle birlikte kendilerinin
de güncelliklerini yitirdiklerini idrak edip intihara
süürüklendiklerini öğrenmek, ister istemez filmin kahramanlarına olan
bakışımızı da etkiliyor. O yüzden gerçek bir olayın peliküle
aktarılmasını görmek değil de yönetmenin ağzından bir peri masalı dinlemek amamcıyla filmin karşısına oturursanız keyif almanız bir hayli
olası. Sorkin'in diyalogları oyuncuların ağzında zaten yağ gibi akıyor,
yıllar yılı kalburüstü yönetmenlerle çalışa çalışa bir şeyler de kapmış,
filmi de aynı şekilde hiç sarkmadan, seyircisini avcunun içine alarak
başlayıp bitiyor. Oldum olası komediyle tanınmış oyuncuların dram
denemeleri izlemek hoşuma gitmiştir, kendisinin bu manada ilk işi olmasa
da Sacha Baron Cohen'i filmde izlemek beklediğim gibi keyifliydi.
Hakeza John Carrell Lynch ve Michael Keaton'ı da.
Filmin en büyük kozlarında biri de müzikleri. Son yılların parlayan bestecilerinden biri olan ingiliz Daniel Pemberton, film için yaptığı müziklerden müteşekkil 53 dakikalık albüme Spotify'dan ulaşmak mümkün. Geneli itibariyle keyifli bir dinleme vaad etse de albümün içinde "Take The Hill", "Riot Aftermath" ve "Blood On The Streets" özellikle öne çıkan parçalar. Son tahlilde film için söylenebilecek şey iyi
yazılmış, iyi yönetilmiş ve iyi oynanmış bir yapım olduğu. Bir
belgesel değil bir kurmaca olduğu akıllardan çıkarılmadığı müddetçe iyi
bir seyirlik.