Salı, Kasım 10, 2020

The Trial of the Chicago 7


 
Bu Amerikan davalarının bir tanesine denk gelip filmlerdeki versiyonları ile ne kadar farklılar gözlemlemek isterdim. Artık mahkeme filmi olarak anılan bu janrın mensupları teatrallikleriyle nam salmış yapımlar çünkü, ne derece gerçek hayattan esinleniyorlar insan merak ediyor. Türün klasiklerinden biri olan "A Few Good Men"in senaristi Aaron Sorkin'in filmi ilk sahnelerinde bu özelliği kırma çabası gösteriyor aslında. Filmdeki yargıç (Farnk Langella), savcının (Joseph Gordon Levitt) jüriye açılış konuşmasını o kadar saçma şeylerle bölüyor ki bu film daha realist gibi duruyor diye düşünüyorsunuz. Mahkemede harcadığımız geri kalan sürede aynı tutumun sürüp sürmediği ayrı konu tabii.

Film 1968 yılında Demokrat Parti kongresi esnasında yaşanan isyan olaylarının gölgesinde başlıyor. J.F.Kennedy, kardeşi R.F.Kennedy, M.L.King, Malcolm X, hepsi suikast sonucu hayatlarını kaybetmişler. Vietnam savaşı 4 yıldır ufukta hiçbir zafer belirtisi olmaksızın devam etmekte. 60'ların gençleri dönemin ruhuna uygun olarak farklı bir dünya talep ediyorlar, sistemle sürtüşme halindeler. Yeni başkan Nixon birkaç yıl sonra yasadışı dinleme faaliyetleri yürüttüğünün ifşa olduğu Watergate olaylarından sonra görevini bırakmak zorunda kalacak. Sonrası Vietnam'dan çekiliş, ekonomik gerileme yılları.. ABD tarihine aşinaysanız 70'lerin ülke için çok parlak olmadığını bilirsiniz. Bu fetretin başlangıcının 1968 olduğunu söylemek çok da saçma olmaz. Ülkedeki gidişattan memnun olmayan gruplar protesto için bir araya geliyorlar, bir noktada olaylar çığrından çıkıp kalkışmaya dönüşüyor. Tüm olayların temel sorumlusu olarak 7 kişinin yargılanmasına karar veriliyor.

 
Eski başkan Lyndon Johnson döneminde haklarında soruşturma açılmamasına karar verilen Chicago 7'lisi, yeni başkan Nixon dönemine geçilince ibret olması umuduyla mahkeme önüne çıkarılıyor. Sorkin film için çalışmaya 2000'lerin sonunda başlamış, sarka sarka bu zamanı bulmuş ama şurası aşikar ki Sorkin'in esas derdi filmin anlattığı dönemle ABD'nin günümüzdeki politik vaziyeti arasındaki paralelliklerin altını çizmek. Ülkedeki liberallerin Trump yönetiminden ne denli hoşnutsuz oldukları bilinmeyen bir şey değil. Büyük çoğunluğu bu cenaha dahil olan Hollywood eşrafı da fırsatını buldukça Trump'a giydirmeye devam ediyorlar, bu film de bunun en son örneklerinden biri. Bu tarz filmlerin temel sıkıntısı bir yandan gayet vurucu ve iz bırakan anlar yaratırken aynı zamanda çok yapay bir tarihselliğe sahip olmaları. Irkçı ve önyargılı bir sisteme karşı ezilenlerden yana durmaya çalışan gençlerin filmde anlatılan hikayesi elbette etkileyici duruyor fakat davanın gerçek tarihçesine baktığınızda finaldeki Vietnam gazileri sahnesi, sanıklardan birinin tecavüze uğramakta olan birini kurtarırken tutuklanması gibi birçok sahnenin Sorkin'in beyninden çıkma olduğunu öğrenmek filmin seyirci üzerindeki tesirini ister istemez baltalıyor. Üstelik zamanında sisteme cesurca karşı koyan bu gençlerden bazılarının yaş kemale erdikçe Apple'dan hisse alarak zengin olmak gibi kapitalist sisteme tümüyle entegre olduklarını ya da tam tersine sisteme hiç bir şekilde uyum sağlayamayıp yıllar geçtikçe savundukları şeylerle birlikte kendilerinin de güncelliklerini yitirdiklerini idrak edip intihara süürüklendiklerini öğrenmek, ister istemez filmin kahramanlarına olan bakışımızı da etkiliyor. O yüzden gerçek bir olayın peliküle aktarılmasını görmek değil de yönetmenin ağzından bir peri masalı dinlemek amamcıyla filmin karşısına oturursanız keyif almanız bir hayli olası. Sorkin'in diyalogları oyuncuların ağzında zaten yağ gibi akıyor, yıllar yılı kalburüstü yönetmenlerle çalışa çalışa bir şeyler de kapmış, filmi de aynı şekilde hiç sarkmadan, seyircisini avcunun içine alarak başlayıp bitiyor. Oldum olası komediyle tanınmış oyuncuların dram denemeleri izlemek hoşuma gitmiştir, kendisinin bu manada ilk işi olmasa da Sacha Baron Cohen'i filmde izlemek beklediğim gibi keyifliydi. Hakeza John Carrell Lynch ve Michael Keaton'ı da. 
 
 
Filmin en büyük kozlarında biri de müzikleri. Son yılların parlayan bestecilerinden biri olan ingiliz Daniel Pemberton, film için yaptığı müziklerden müteşekkil 53 dakikalık albüme Spotify'dan ulaşmak mümkün. Geneli itibariyle keyifli bir dinleme vaad etse de albümün içinde "Take The Hill", "Riot Aftermath" ve "Blood On The Streets" özellikle öne çıkan parçalar. Son tahlilde film için söylenebilecek şey iyi yazılmış, iyi yönetilmiş ve iyi oynanmış bir yapım olduğu. Bir belgesel değil bir kurmaca olduğu akıllardan çıkarılmadığı müddetçe iyi bir seyirlik.