Avrupa kıtasındaki aktifliğini sürdüren yegane yanardağ olma özelliği taşıyan Vezüv'ün milattan sonra 97 yılında patlayarak Pompei'nin başını çektiği birçok şehri haritadan silmesi halen dünya tarihinin en büyük doğal afetlerinden biri olarak kabul edilmekte. Haliyle bu olay üzerine yazılmış bir çok kurgu ve çekilmiş bir dolu film olsa da bunların çoğunluğu "kılıç ve sandalet" filmleri olarak olarak da bilinen Roma tarihi üzerine yapılmış epik filmlerin popüler olduğu 1950 ve 60'lı yıllarda yapılmış. Benim görebildiğim en yakın tarihli örnek 2007 tarihli İtalyan yapımı bir televizyon dizisi ama küresel çapta çok da bilinen bir iş olmadığı aşikar. Dolayısıyla yüzyıllardır dillere destan olmuş böylesi bir olayın teknolojinin imkanlarından giderek daha fazla istifade edebilen popüler sinema tarafında modernize bir şekilde yorumlanması er ya da geç olacak bir şeydi. Esasında "Kuzuların Sessizliği" ile tanınan Robert Harris'in kendi romanından senaryolaştırdığı bir Pompei filmi duyurulmuştu 2000'lerin ikinci yarısında. Yönetmenliğini Roman Polanski'nin yapacağı kesindi, başroller için de Scarlett Johannson ve Orlando Bloom'un adı geçiyordu. Bu proje sonrradan çeşitli sebeplerle hayata geçirilemedi ama yapımcı stüdyo Summit Entertainment Pompeii üzerine bir film yapma fikrinden vazgeçmedi ve neticede Paul W.S.Anderson devreye girdi
Anderson yönetmenliğini yazdığı filmlerin çoğunluğunda senaryoyu kendi kaleme alan bir isim olsa da bu sefer 3 kişinin elinden çıkma senaryoyla yola çıkmış. 100 dakika boyunca bir yanardağ felaketini anlatmak makul olmamasından mütevellit çocukken ailesi romalılar tarafından katledilmiş bir gladyatör olan Milo'nun yolunun Pompeii'ye düşmesi ve orada hem aşk, hem dostluk, hem ihanet hem de felaketini bulmasını konu ediniyor kısaca. Filmin genelinde zorlandığı takdirde elinden tutulur yanlar bulmak mümkün olsa da senaryo kafa ağrıtacak derecede sıkıcı ve klişe. Ailesi çocukken öldürülen esas kahraman (Kit Harington), ona görür görmez aşık olan güzel prenses (Emily Browning), hem kahramanın ailesini öldüren hem de prensese göz koyan kötü adam (Kiefer Sutherland) ve daha bir çok klişe arka arkaya dizilmiş. Böyle bir filmde en çok hangi trükler kullanılır diye bir analiz yapıp çıkan sonuçlardan bir hikkaye uydurmuş bir yapay zeka tarafından falan mı yazıldı acaba diye düşünüyor insan. Her ne kadar okumamış olsam da internetten gördüğüm kadarıyla Harris'in yukarıda bahsi geçen romanından yer alan bazı ögelere bu filmde rastlamak mümkün ama bu filmin hikayesinin daha geniş kitlelere ulaşması amacıyla olabildiğince basitleştirildiği ortada. Hoş, filmin karşısına oturmak için yegane sebebimiz yaşanan felaketi temaşa etmek ama o noktaya gelene kadar bu demode hikayeye maruz kalmak bunun da heyecanını baltalıyor zira kıyametin koptuğu sahneler gelene değin tanıştığımız karakterler izleyicide en ufak bir ilgi uyandıramadığı için haliyle akibetlerinin ne olacağına dair bir özdeşleşme de yaşayamıyorsunuz, sadece yanardağın yuttuğu bir şehri izlemek kalıyor geriye.
Ağır çekimlere bayılan Anderson'ın 3D kamerası bu sefer tam tersi istikamette gidip hızlı hızlı kesmelerle arenayı arşınlıyor dövüş sahnelerinde ama hikayeden daha az banal olmayan bir aksiyonu var filmin. Kendisinin artık kadrolu kameramanı haline gelmiş Glen MacPherson'ın görüntü çalışması ve genel anlamda sanat yönetimi bir noktaya kadar cazip ve seyirciyi bir nebze dönemin içine çekmeyi başarıyorlar, felaket sahneleri de kendilerinden bekleneni veriyor denebilir. Harington, Browning, Sutherland, Carrie Anne-Moss, Jared Harris, Adewale Agbaje, Jessica Lucas, Currie Graham ve Sasha Roiz'in başını çektiği kadrosu da böylesi orijinallikten uzak bir film için fazla iyi. Başka da söylenecek bir şey yok.