Cuma, Temmuz 10, 2020

Harry Potter and the Half-Blood Prince (2009) - David Yates


"Order of The Phoenix"in çalışmaları sürerken bir sonraki film için yönetmen arayışlarına başlanmıştı. Alfonso Cuaron seriye bir filmle daha dönüş yapmaktan mutluluk duyacağını belirtmiş olsa da hemşosu Guillermo Del Toro'ya teklif götürülmüş, o da "Hellboy"un devam filmini yapmak istediği için kabul etmemişti. Rowling'in hayranı olduğu ve ilk film için de düşünülmüş olan Terry Gilliam da "Warner Bros zamanında elindeki şansı kaçırdı" diyerek teklifi reddetmişti. Yates'in bir önceki filmdeki işçiliği çok beğenilmiş olacak ki yapımcılar serinin geri kalanını kendisine emanet etmekte bir beis görmediler hal böyle olunca. Yates de görüntü yönetmeni hariç bir önceki filmdeki ekibini topladı geldi. Emma Watson başta gelmek üzere genç oyuncu kadrosundan bazılarının şöhretin yükü ağır gelmeye başladığı için dönmemeyi düşündükleri biliniyordu, bir hayli de spekülasyon oldu yeni oyuncu arayışlarına ilişkin ama nihayetinde kadroda bir fire verilmeksizin çekimler gerçekleştirildi. Zaten o noktada o rolleri başka oyuncular tarafından canlandırılırken düşünmek zordu, isabet oldu.


Voldemort eski gücüne kavuşmak uğruna elinden geleni ardına koymamakta. İlk hedefi de Hogwarts'ı içten çökertmek. Tabbi Dumbledore da boş durmuyor ve karşı hamlelerini yapmaya başlıyor. İki taraf da Hogwarts'ın eski hocası Slughorn ve hatırasında gizlediği ergen Voldemort'a dair bir anının peşinde. Harry'nin hayatına giren Melez Prens diye birine ait eski bir günlük de bu hedefe ulaşmak için faydalı bir rehber oluyor. Harry Potter aleminde olup biten sadece kötücül büyücülere karşı verilen mücadeleler değil bu sefer; artık gençlik rüzgarlarının iyiden iyiye esmeye başladığı Hogwarts'ın havasında bu kez aşk var.
 

Açıkçası Potter-Voldemort merkezli hikayesi bazında değerlendirildiğinde filmin olay örgüsünü biraz takip etmesi zor. Slughorn'la alakalı mevzuları iyi kötü kavrayabiliyor olsak da Voldemort'a bu bilgi niye gizli olduğu kısmı karanlık bende. Hogwarts'taki suikast çalışmaları için niye Draco'ya ihtiyaç duyuldu, bu kadar güçlü olduğu söylenen bir büyücünün neden böyle ayak oyunlarına ihtiyacı var gibi kimi ilave sorular da cabası. Hele finaldeki mağaraya nereden gelindi, oradaki göl varlıkları kimdir, ordan elde edilen ganimet neden fason çıktı kısımlarında film bende kopmadı desem yalan olur.
 

Fakat Half-Blood Prince"in bu saydığımız handikapları kapatacak çok önemli bir artısı var; serinin en komik filmi olması. Karakterler arasındaki gönül ilişkileri zaten seriye ihtiyaç duyduğu çocuk filminden öte bir hafiflik duygusunu katıyor, fakat oyuncular da hikayenin komedi boyutunu çok güzel vurgulayan performanslar sergilemeyi başarmışlar. Aşk dörtgeninde dış kapının mandalı pozisyonunu dolduran Lavender Brown rolünde Jessie Cave özellikle çok başarılı bir iş çıkartmış. Filmin böylesi romantik komedi sularına kayması kitabın hayranlarını rahatsız etmişti diye hatırlıyorum zamanında ama şu günden geriye dönüp bakıldığında Yates'in seriye ihtiyaç duyduğu enerjiyi enjekte etmeyi başardığı aşikar. Ayrıca bir sonraki filmde hikayenin daha da kararacağı göz önüne alınınca bu filmin eğlenceyi ön plana çıkarması daha anlaşılır hale geliyor.
 

Filmi halef ve seleflerine nazaran üstün kılan bir diğer özelliği ise görüntü yönetmenliğini Bruno Delbonnel'in yapıyor olması. Öncesinde Jean Pierre Jeunet filmleriyle tanınan, "Half Blood Prince" sonrası Coen'lerin ve Tim Burton'ın gediklisi haline gelen Delbonnel, renk düzeltmede abartıya gidip tablo gibi görüntülere imza atarak hem serinin en güzel görünen filmine imza atmış oldu hem de Harry Potter filmleri için en iyi sinematografi oscarına aday olmayı başaran  ilk görüntü yönetmeni oldu. Her filmde ayrı bir görüntü yönetmeniyle çalışmak serinin görsel bir tutarlılığa sahip olması noktasında riskli bir hamle ama aynı zamanda seri boyunca karakterlerin ve olayların büyüyüp değişmesi açısından bakılınca da her filmin ayrı bir görsel kimliğinin olması mantıklı. Delbonnel de zaten keşke diğer filmler de ona emanet edilseymiş denilen bir iş çıkartmış burada.
 

Daniel Raddcliffe, Emma Watson ve Rupert Grint'den müteşekkil merkez üçlüsü her yeni filmle birlikte oyunculuklarını geliştirmişlerdi zaten. Bu filme hakim olan ve yukarıda da belirttiğimiz romantik komedi ortamına da rahatlıkla uyum sağlamışlar. Aynı şeyi Raddcliffe'in dramatik sahnelerdeki performansı için söylemek biraz güç gerçi. Öte yandan ilk kez bu filmde ön plana çıkma şansı yakalayan Bonnie Wright (Ginny) biraz tutuk olsa da sempatisiyle durumu toparlamayı başarmış.
 

"Half Blood Prince" 2008 sonbaharında gösterime girecekken sonraki yılın ilkbaharına kalmasıyla da bayağı gürültü koparmıştı. "Dark Knight"ın başını çektiği gişe rekortmenleri sayesinde yılı çok karlı geçiren WB'nin ertesi yıl kar kalemi olsun diye filmin gösterim tarihini ötelediği lafları ayyuka çıkmış, serinin hayranları hoşnutsuzluklarını bir hayli yüksek sesle ifade etmişlerdi. Bu tarz sansasyonları da beraber değerlendirildiğinde son tahlilde eksiklerine rağmen Harry Potter filmlerinin içinde benim için en favori film olma özelliğini taşıyor "HP6".