Cumartesi, Aralık 12, 2020

Tenet


Bu yazıyı hazırlarken farkettim ki 2002'den beri her 6 yılda bir hem bir Chris Nolan hem de bir David Fincher filmi izliyoruz. Mevzu bahis yılda "Insomnia" ve "Panic Room", 2008'de "Dark Knight" ve "Benjamin Button", 2014'te "Gone Girl" ve "Interstellar". Arada bir de 2010 var; "Inception" ve "Social Network". Bu filmleri şimdi tekrar bir sayınca 2020'nin bu açıdan da ne kadar kısır bir yıl olduğunu bir kez daha idrak etmiş oldum.


"Tenet" popüler sinemanın en heyecan veren yönetmenlerinden birinin yeni filmi olmasının yanı sıra sinema salonlarını kurtaracak film olma vazifesini üstlenmesiyle de gündeme geldi bu yıl baya. Malum, salgın sebebiyle sinemalar iflasın eşiğinde; "Tenet"in seyircileri tekrar sinemalara üşüştürecek film olacağına dair bir ümit söz konusuydu. Her ne kadar globalde fena iş çıkarmasa da ABD'de salonların çoğunun kapalı olması sebebiyle bu çapta bir film için komik sayılabilecek bir gişe geliriyle serüvenini noktaladı. En son baktığımda hacimli maliyetini ya karşılayamamıştı ya da başabaştı. Bu durumun ortaya çıkmasında iki temel faktör var. Birincisi tüm bu pandemi döneminde insanların sinemalardan uzak dururken ev ortamında film izlemeye fena halde alışmaları. En son Warner Bros'un - her ne kadar çıkışı beklendiği gibi şaşaalı olmayan HBO Max'in abone sayısı arttırmak ve Warner Media'nın hisse değerlerini doğrultmak için yapıldığı herkesin malumu olsa da- aralarında  "Matrix 4" ve "Dune" gibi merakla beklenen bir çok yapımın olduğu tüm 2021 filmlerini HBO Max'te yayınlayacağını duyurmasından da anlaşılacağı üzere stüdyolar bu yeni duruma fazlaca hızlı adapte olmaya başladılar bile. Spielberg ile George Lucas'in yıllarca önce, sinema salonlarının tiyatrolar gibi sadece belli bir çapı olan, büyük ölçekli filmlere ev sahipliği yapacak hale gelerek küçük filmlerin alayının streaminge kayacağı yönündeki kehanetlerinin salgın sonrası gerçekleşeceğine inananların sayısı hiç az değil.


Diğer faktöre gelecek olursak, o da filmin  kendisi; Tenet isimli bir organizasyonun, zaman-mekan devamlılığı ile oynamanın bir yolunu bulan Rus işadamını durdurmaya çalışmasını anlatan hikaye gereksiz derecede karmaşık. Chris Nolan kariyerinin başından beri gerek hikayesinin içeriğiyle olsun gerekse hikayelerini anlatış şekliyle olsun fizik yasalarını eğip bükmeye merakını aşikar etmiş bir insan. "Dunkirk" gibi görece lineer olması beklenecek bir filmi bile 3 farklı zaman düzleminden anlatmayı tercih etmesinden yola çıkarak bunun meraktan çok bir saplantıya dönüşmeye başladığı da söylenebilir. "Tenet"in farkı -ki buna "Dunkirk" de dahil edilebilir- önceki filmlerinin aksine sofistike ayrıntıları takip etmeyi kolaylaştıracak duygusal bir altyapısının, yani özdeşleşmecek bir karakterinin olmaması. Genelde yönetmen hep duygusuz filmler yapmakla suçlanır, halbuki çoğu filminde karakterlerin duygusal arka planı sağlamdır. "Inception" rüya alemine ilişkin tüm o ayrıntıların arkasında esas olarak çocuklarına kavuşmak isteyen bir babanın öyküsüdür, hakeza "Insterstellar" da. "Memento"da da ölen karısının intikamını almak isteyen bir adamı takip ederiz vs. Gerek "Dunkirk"te gerekse de "Tenet"de böylesi bir karakter yok. Duygusal bağ kurulabilecek yegane karakter Elizabeth Debicki'nin canlandırdığı anne karakteri ki o da göz yaşartacak ölçüde klişe. Başkarakterin adını bilmediğimiz bir film bu; 150 dakika boyunca "ben, esasoğlan" diye ortada gezinen bir figür var filmin merkezinde. Uzun zamandır gördüğüm en düz ve ifadesiz oyunculuğa sahip Denzel oğlu John David Washington tarafından canlandırılıyor olması da ayrı bir vurgun. Genlerinin ağırlığını annesinden almış görünüşe bakılırsa, ne etmeye başrol bu adama emanet edilir anlamak mümkün değil. Kötü adam cephesi de fecaat. Gerek tasarlanışı ile olsun gerek Kenneth Branagh'ın oyunculuğu ile olsun sıradan ve yer yer karikatüre kaçan bir karakter. Hakiki Rus bir aktör bulmak yerine neden Branagh tercih edilmiş o da bir başka kasting muamması bu filme dair. Görece ilgi çekici yegane karakter Robert Pattinson'ın canlandırdığı Neil, onu da ilgi çekici yapan şeyi filmin son sahnesinde öğreniyoruz. Karakterin sırrı biraz daha erken ifşa edilse ilginç bir duygusal dinamik eklenebilirmiş halbuki.


Seyircisinden daha zeki bir film seyircinin saygısını kazanır ama çok çok zeki takılmaya yeltenirseniz seyirci buna gücenerek ya da kaale almayarak karşılık verir. Sofistikeliğin dozajı iyi ayarlanamadığı için Tenet e karşı genel izleyici tepkisi de bu doğrultuda oldu zaten. Nolan'ın kariyerinin bu noktasındaki en büyük sorunu bir nevi zirvede yalnızlık sendromu kanımca. Bu zamana kadar o denli kalburüstü işler yaptı ki etrafında "bu senaryo pek olmamış" diyen insanların sayısı gitgide azalıyor olabilir. Diğer bir ihtimal, etrafında böyle insanlar var ama kulak asmıyor ki bu daha vahim bir durum. Filmin diyalogları sinemada duyulmaz hale getirdiği gerekçesiyle çok eleştiri ses tasarımı mevzusuna bakılacak olursa yönetmende yersiz bir ukalalık durumu söz konusu gibi. "Interstellar"da da böyle tepkiler yükselmişti, her ne kadar ben sinemada izlediğim halde çok rahatsız olduğumu hatırlamasam da. Bu filmi sinemada izleme şansım olmadı, laptop ekranında kulaklıkta da fazla rahatsız olmadan izledim, ama gene de filmin ses bandında bir farklılık olduğu kesin. Yani insan ister istemez düşünüyor, ne gerek var? Halihazırda oturmuş, kabul görmüş bir yolu yordamı var bu zanaatin, Amerikayı yeniden keşfetme gayreti neden sebep? Zaten anlaması zor bir yapıt çıkmış neticede, bunu seyircinin işitme organlarına gereksiz yükleme yaparak daha da tahammülü zor hale getirmenin ukalalıktan başka bir izahı var gibi gelmiyor bana.


Son tahlilde nefret etmesi kolay olmayan ama sevmesi de bir hayli zor bir film "Tenet". Hoyte Van Hoytema'nın görüntü çalışması göz alıyor, IMAX'in olanaklarından yararlanılmış belli ki. Nolan aksiyon işini hala tam kıvıramamış olsa da gerçekten iyi kotarılmış sahneler var; araba kovalamaca bölümleri ve özellikle aynı karede birden fazla karakterin farklı zaman dilimlerinde hareket ettiği finaldeki çatışma sahneleri gibi. Tabii o sahneye gelene kadar filmden kopmadıysanız, zira kim kime ateş ediyor, kim kimle çatışıyor takip etmek mesele resmen. Film için komple bir fiyasko demeye içi elvermiyor insanın, belki de tekrar izlemelerde daha takdir edilecek, daha iyi kavranacak, yıllar sonra aslında  bir klasik en azından kült bir film falan diyenler çıkacak, muhtemelen. Fakat sorun şu ki, bunun olabilmesi için filme tekrar bir şans verip 2,5 saat tekrar izlemek lazım ve insanda o isteği hiç uyandırabilen bir yapım değil maalesef. Bir dahaki sefere Nolan reis, mümkünse daha sade ve rafine bir filmle.