Çarşamba, Aralık 09, 2020

Mank


David Fincher'in isminin olduğu her yeni projeyi, muhteviyat görünüş itibariyle ilginizi çekse de çekmese de izliyorsunuz bir sinemasever olarak. Kariyerinde birden fazla klasik olunca insanın,ister istemez o krediye sahip oluyor otomatik olarak. Yeni filmi "Mank" Fincher'ın rahmetli babası Jack Fincher'ın senaryosunu yazdığı, Hollywood'un klasik döneminin önemli senaristlerinden Herman Mankiewicz'i  merkezine alan bir hikaye.


Mankiewicz'i sinema tarihine kazıyan en önemli hususlardan birisi sinema tarihinin köşe taşlarından biri kabul edilen "Citizen Kane"in Oscar kazandığı yegane alan olan senaryo dalında yönetmen Orson Welles ile birlikte ödülü paylaşmış olması. "Citizen Kane"i bir kere izlemiş -o da 15 sene önce- birisi olarak filme dair ne çok bir şey hatırlıyorum ne de hakkında çok fazla bir detay okumuşluğum var. Haliyle filmin senaryosunun kime ait olduğuna dair tarihsel bir atışma söz konusu olduğundan da haberim yoktu. Bir kısım sinema tarihçisi senaryoyu Mankiewicz'e mal ederken bir kısmı da bunu tümüyle saçma buluyormuş. Jack Fincher hikayesini ilk kategoriden görüşlere dayanarak kurmuş dolayısıyla hikayenin odak noktası da Herman, yani nam-ı diğer Mank.
 

Film, senaryonun yazılış sürecini kapsayan dönem ile ve Mank'in 30'lu yıllarda geçen Hollywood günleri arasında sıçrama yaparak gidip geliyor.  Tercih edilen görsel ve işitsel kimi trüklerle birlikte filmin "Kane"e selam çaktığı noktalardan biri bu, hikayenin zaman atlamaları. Depresyonun en yaman yıllarında halk tabakasının çektiği sıkıntılar gözünden kaçmayan ayyaş yaratıcı Mank, bağlı bulunduğu stüdyo patronları ile o dönem ahbaplık kurduğu William Hearst'ün kendisiyle aynı duyar düzeyine sahip olmadıklarını, yaklaşan seçim sürecinde solcu söylemleriyle dikkat çeken adaya karşı çektikleri fason belge filmleri görünce idrak ediyor. Bu konuda rahatsızlığını gizlemekten çekinmeyen Mank kendini Hollywood'dan dışlanmış buluyor ta ki yükselen radyo yıldızı Orson Welles kapısını çalana kadar. İşbirliğine karar verdikleri anda filmini yapmak istedikleri ilk adam da Hearst oluyor.


Vicdan sahibi alkolik tiplemesi filmlerde ilk kez karşılaştığımız bir karakter değil ama Gary Oldman tarafından canlandırılan Mank'in kendi çapındaki sistem karşıtlığını ben eğreti buldum açıkçası ki film bunu seyirciye kifayetli bir biçimde aktarıyor da denemez. Solcu adaya karşı çekilen filmleri yöneten arkadaşının vicdan azabından mı yoksa hakkında konulan Parkinson teşhisinden mi olduğu tartışılır intiharının ardından Mank'te bir şeyler kırıldığı görüntüsü oluşsa da bunun çok da altını doldurmuyor film. Mank'in sisteme kafa tutar tavrının paralelinde ilerleyen para babaları ve eğlence sektörünün elele vererek demokratik süreci şekillendirdikleri anlatısı da aynı şekilde çok çalakalem üstünden geçilmiş olarak kalıyor. Mank'in ciddiyeti kadar filmin de bu konudaki ciddiyetinden şüphe eder buluyoruz kendimizi. Mank'in finalde senaryoda isminin geçmesini istemesi olayı da motivasyon olarak biraz havada kalıyor böyle olunca. Buna rağmen Welles ile olan atışma sahnelerini beğendim, Tom Burke role oturmuş.


Filme dair ben en çok rahatsız eden hususlardan biri de başrol için Oldman ın tercih edilmesi oldu.  Her zaman olduğu gibi iyi bir oyunculuk sergilemiş, orada söylenecek bir şey yok. Fakat kendisinden 20 yaş küçük bir karakteri canlandırıyor olduğunu Oldman'ın karşısına konulan oyuncular sayesinde o kadar gözümüze sokuyor ki film ister istemez aktörü role yakıştıramıyorsunz. Gerek karısını oynayan Tuppence Middleton, gerekse platonik ilgi odağı rolünde Amanda Seyfried Oldman ın çocuklarıymış gibi görünüyorlar, hakeza kardeşini oynayan aktör de. İlla Oldman'da ısrar edilecekse en azından rol arkadaşlarının da yaşı yükseltilseymiş bari, bu kadar göze ziyan bir görüntü olmazdı. Öte yandan yeteneğini hep takdir ettiğimiz Amanda Seyfried'i bu kalibrede bir filmde görmekten de mutlu olduk orası ayrı konu. Hakeza gönüllerin Tywin reisi Charles Dance'i izlemek de her daim bir keyif.


Fincher uzunca bir süre önce filmi terkedip dijitale geçmiş isimlerden. Dijitalle çekilmiş siyah beyaz bir filmi laptop ekranında ben çok yadırgatıcı bulmadım, ama sinema ekranında izleseydim gözüme batar mıydı onu da bilmiyorum. Beyazperde demişken, çok değil 2-3 yıl öncesine kadar "Netflix filmi" deyince iz bırakmayan ufak filmler kastedilirdi; geçtiğimiz yıl Scorsese'nin "Irishman"iyle birlikte işler değişti, üstüne bir de pandemi eklenince artık kalburüstü yönetmenlerin yeni filmlerini izleme olanağı bulabildiğimiz bir platform haline geldi Netflix. Hey gidi hey.


Yazının girişinde de vurguladığımız gibi her yeni David Fincher projesi sinemaseverler için önemli bir olay, ama bu filme dair bundan daha ileriye gidecek bir ehemmiyet noktası var mıdır emin değilim. Hollywood'un aynada endamına bakıp gördüğünden hoşnut olacağı filmlerden, zaten o sebeple ödül sezonunda adı bolca anılacak gibi duruyor. Ama sinema tarihine ve "Citizen Kane"e çok özel bir merakı olmayan birisi için ne derece kalıcı bir tat bırakır damakta orası tartışmalı.